3 Ocak 2014 Cuma

Bir Erzincan Türküsü ve Hikayesi

ŞU YÜCE DAĞLARI DUMAN KAPLAMIŞ



Olay 93 harbinde Allah-u Ekber dağlarında geçer.
            Osmanlı Rus savaşı Allah-u Ekber dağlarında sürdürülürken, bir bölgenin savunması Erzincanlı genç ve cesur bir teğmene verilir. Öldürmeden ölmemeleri gerektiği üzerine birliğiyle birlikte and içilir. Kışın şiddeti bütün haşmetiyle hükmetmektedir. Geceyi bu Allah-u Ekber dağlarının sovuğunda geçirirler. Birliğin gösterdiği kahramanlık da günden güne dillere destan olur.
            Bir gün sabahın erken saatlerinde yapılan ani bir baskında, soğuğun verdiği uyuşukluk içinde düşman püskürtülür, püskürtülür ama çok da zayiat verilir. Teğmen, daha bir saat evvel sırt sırta yatan silah arkadaşlarını kaybetmenin üzüntüsüyle kendinden geçer. Yanındakiler tarafından bir hayli zaman sonra ayıltılır. Kendine geldiğinde, Allah-u Ekber dağlarının beyazlığını kirleten cesetlerle, kan izlerini görür, hüngür hüngür ağlamaya başlar. Tekrar bayılır. İkinci defa ayılır, üç beş saat kadar hiç konuşmadan durur. Sonra tüyleri ürpertici bir çılgınlık içinde iki elini kulaklarına götürerek;

Şu yüce dağları duman kaplamış,
Yine mi gurbetten kara haber var?
Seher vakti bur da kimler ağlamış?
Çimenler üstünde gözyaşları var.

Kandan izler gördüm yeşil yapraktan,
Bulutlar nem almış, nemli topraktan.
O yar ağlar gelir sesi uzaktan,
Yine mi gurbetten kara haber var?

Gönlümüz gamlanır böyle günlerde,
Çekilir önüme bir siyah perde
Yar senin aşkından tutuldum derde
Yine mi bu elde kara haber var?

türküsünü söylemiştir.






                                                                                                            Elif Sümeyra AKTAŞ










2 Ocak 2014 Perşembe

OSMANLI KADINI

OSMANLI KADINI
EFSANE VE GERÇEK

Batılı oryantalistler tarafından, Osmanlı kadınları genellikle haremin tutsaklığında yaşayan, miskin, düşük ahlaklı ve kimliklerini yitirmiş varlıklar olarak algılanmaktadır. Ancak gerçeklerin çok farklı olduğu ve dönemine oranla Osmanlı kadınının çok daha özgür ve rahat yaşadığı, dünyanın en çok övülen kadını olduğu çok az bilinen bir gerçektir. Osmanlı kadını ile ilgili bilinen ve bilinmeyen gerçekleri tüm yönleriyle ele alan Aslı Sancar’ın Osmanlı Kadını Efsane ve Gerçek adlı kitabının “Osmanlı kadınının büyüleyici dünyasına yepyeni ve derinlemesine bir bakış” olduğu savunulabilir. Ayrıca yazar Osmanlı kadını teriminin geniş ve kapsamlı olduğunu, kastedilenin Osmanlı topraklarının merkezinde yoğunlaşmış Müslüman kadınlar olduğuna dair bir not düşmüştür.

Kitabın “Batılıların Gözüyle Osmanlı Kadını” adlı ilk bölümünde Osmanlı kadını konusunun, Batılı okurda yüzyıllardan beri merak uyandıran bir konu olduğuna değinilmiştir. Örtünme, haremin dışarıdan ayrı dünyası, çok eşlilik gibi hala büyük ilgi odağı olan birçok mesele, pek çok Avrupalıyı Osmanlı topraklarına çekmiştir. Bunlardan hem kadın hem erkek yazarlar Osmanlı hayatıyla ilgili izlenimlerini yazmışlarsa da, İngiltere’de Kraliçe Viktorya döneminde kadın yazarların etkisi ağırlık kazanmıştır. Bu yazarlar Osmanlı topraklarında bulundukları süre içerisinde gözlemledikleri her şeyi en ince ayrıntısına kadar tasvir etmişlerdir. Ancak bu seyyahların gözlemleri ele alınırken, doğruluğunu ölçebilmek için çok dikkatli olmak gerekir zira Osmanlılar mahremiyetlerine son derece düşkün insanlardır. Avrupalıların yazdıklarının gerçeğe uygun olmasının önünde duran bir engel ise kendi dini ve kültürel önyargılarıdır.
Haremin ve kadınların dünyasına dair ilk gerçekçi bilgi ve gözlemleri Lady Montague’den öğrendiğimizi ifade eden yazar, daha sonra yazar-seyyah Miss Pardoe’nun Osmanlı toplumsal hayatına ve kadın gerçeğine daha gerçekçi yaklaştığını söylerek, Lady Ramsey ve Lucy Garnett ile Ermeni asıllı M. D’Ohsson gibi seyyahların Osmanlı kadını konusu hakkındaki izlenimlerini “bütün bu kişilerin bize aktardıkları bir araya getirildiğinde karşımıza Osmanlı kadınının ve Osmanlı hayatının eksiksiz olmasa da gayet renkli, kendi şahsına münhasır bir portresi çıkmaktadır” şeklinde ifade etmektedir.
Batılı seyyahların tasvirlerindeki Osmanlı kadınının özellikleri ise “Dış Görünüş, Hal ve Tavırlarındaki İncelik, Temizlik, Dindarlık, Misafirperverlik ve Cömertlik, Tevazu ve Namus, Tabiat Sevgisi, Toplumsal Konum” adlı başlıklar altında incelenmektedir. Osmanlı Devleti’nde bir süre yaşamış olan Batılı seyyahların söylemleri ile belirtilen konular anlatılmaktadır.
“Evlerinin Hareminde Osmanlı Kadını” adı verilen ikinci bölümde, batılıların en önemli merak konularından biri olan harem konusuna açıklık getirilmektedir. Osmanlı’da kadınlar iddia edildiği üzere tutsak olmadıkları gibi, bazı kişilerin inandırmak istediklerinin tersine, kafesli pencerelerin ardından çıkmak için can atıyor da değillerdir. Bu mahremiyet hali Müslüman kadına ağır gelmez hatta mahremiyetinin bozulması herkesten önce onu kızdırır. Harem efsanesi yüzyıllar boyunca Batılı zihinleri ciddi biçimde etkilemiştir. Efsaneye göre Osmanlı kadınları miskin, egzotik, itimat edilemeyecek insanlardır. Bu efsane ilk Oryantalist ilim adamlarının eserlerinden kaynaklanır, nitekim bunların en ünlüsü Binbir Gece Masalları’dır.
“Mendil” efsanesinin asılsızlığını anlatan Montague’nün dışında haremin gerçekliğini yansıtmaya çalışan Pardoe, Garnett, Fanny Blunt gibi seyyahların kaydettikleri de bu bölümde aktarılmıştır.
“Osmanlı Haremlerinde Cariyeler” adlı üçüncü bölümde, Batı’daki kölelik ile Osmanlı’daki köleliğin çok farklı olduğu vurgulanmaktadır. Osmanlı’da köleliğin geçici bir durum olduğu ve kimi zaman yükselmek için bir basamak olduğu yönündeki görüş bunun en iyi örneğidir. Ayrıca Osmanlı’daki kölelik utanılacak ya da küçümsenecek hiçbir çağrışıma sahip değildir ki bu durumun en iyi kanıtı Osmanlı padişahlarının 14. yüzyıldan itibaren cariyelerle evlenmeleri olarak gösterilebilir. Nitekim o dönemde birçok genç kızın gönüllü olarak cariyeliği seçtiği bilinir. Saray Haremindeki Cariyeler başlığı altında verilen bu bilgiler doğru bilinen yanlışların düzeltilmesi açısından önemlidir.
Kitabın “Saray Haremindeki Osmanlı Kadınları” başlıklı dördüncü bölümünde, saray hareminde yaşayan kadınların görev ve sorumlulukları hakkında bilgi verilmektedir. Saray hareminde yaşayan kadınlar arasında güç ve mevki açısından çok sıkı bir hiyerarşi mevcuttu. Padişahın annesi yani Valide Sultan, bu hiyerarşi piramidinin en tepesinde bulunan kadındı, harem üstünde mutlak otorite sahibiydi.
“Mahkeme Kayıtlarında Osmanlı Kadını” adı verilen beşinci bölümde yazar, Osmanlı kadınının tam bir portresini çizmek, onları hakkıyla tarif etmek için mahkeme kayıtlarındaki kadın imajının çok önemli olduğunu vurgulamaktadır. Bu konuda günümüze kadar yapılan çalışmaların büyük çoğunluğu bu kadınların kanuni haklarını bildiğini, bu haklarını mahkemeler yoluyla koruduğunu göstermektedir. Osmanlı’da kadınların genelde başka türlü çözemedikleri meseleleri mahkemeye taşıdıkları bilinmektedir. Osmanlı kadınları kendileri için yerel mahkemede adalet bulamadıkları takdirde, padişahın İstanbul’daki divanına dilekçe yazabilir, şikâyetleriyle ilgilenilmesi için istekte bulunabilirlerdi. Kanuna duyulan bu güvenin sebeplerinden biri de “mahkemenin kadınların koruyucusu” olmasıdır.
  Kitabın son ve aynı zamanda en ilginç bölümü olarak değerlendirebileceğimiz “Metafizik Aynada Osmanlı Kadını” adlı kısımda yazar, “Osmanlı kadınlarını, güçlü ve ataerkil düzenin olduğu görülen bir toplumda, yalnız kadınlara ait bir dünyayla bu kadar özdeşleşmeye yönelten acaba neydi? Niçin erkeklere ait alanın tamamıyla dışında, etrafından ayrılmış bir ortamda yaşamayı bu kadar gönülden kabul etmiş, hatta sevmişlerdi? Onların hayat görüşleri neydi? Onların varoluş amaçları neydi?” sorularına cevap aramaktadır. Bütün bu sorulara yanıt olarak, “maddi ihtiyaçlarının karşılanması, eşinin yoldaşlığı, ailesinin desteği” ve bunların yanında daha güçlü bir etken olan “tasavvuf öğretisi” üzerinde durulmuştur. Tasavvuf öğretisine göre erkeklerle kadınlar eş değerde, ancak farklıdır. Bu öğretinin varlığı sayesinde Osmanlı kadınının ulaştığı değerden bahsedilerek kitap noktalanmıştır.


                                            Aslı Bensu GÜNAY