3 Ocak 2014 Cuma

Bir Erzincan Türküsü ve Hikayesi

ŞU YÜCE DAĞLARI DUMAN KAPLAMIŞ



Olay 93 harbinde Allah-u Ekber dağlarında geçer.
            Osmanlı Rus savaşı Allah-u Ekber dağlarında sürdürülürken, bir bölgenin savunması Erzincanlı genç ve cesur bir teğmene verilir. Öldürmeden ölmemeleri gerektiği üzerine birliğiyle birlikte and içilir. Kışın şiddeti bütün haşmetiyle hükmetmektedir. Geceyi bu Allah-u Ekber dağlarının sovuğunda geçirirler. Birliğin gösterdiği kahramanlık da günden güne dillere destan olur.
            Bir gün sabahın erken saatlerinde yapılan ani bir baskında, soğuğun verdiği uyuşukluk içinde düşman püskürtülür, püskürtülür ama çok da zayiat verilir. Teğmen, daha bir saat evvel sırt sırta yatan silah arkadaşlarını kaybetmenin üzüntüsüyle kendinden geçer. Yanındakiler tarafından bir hayli zaman sonra ayıltılır. Kendine geldiğinde, Allah-u Ekber dağlarının beyazlığını kirleten cesetlerle, kan izlerini görür, hüngür hüngür ağlamaya başlar. Tekrar bayılır. İkinci defa ayılır, üç beş saat kadar hiç konuşmadan durur. Sonra tüyleri ürpertici bir çılgınlık içinde iki elini kulaklarına götürerek;

Şu yüce dağları duman kaplamış,
Yine mi gurbetten kara haber var?
Seher vakti bur da kimler ağlamış?
Çimenler üstünde gözyaşları var.

Kandan izler gördüm yeşil yapraktan,
Bulutlar nem almış, nemli topraktan.
O yar ağlar gelir sesi uzaktan,
Yine mi gurbetten kara haber var?

Gönlümüz gamlanır böyle günlerde,
Çekilir önüme bir siyah perde
Yar senin aşkından tutuldum derde
Yine mi bu elde kara haber var?

türküsünü söylemiştir.






                                                                                                            Elif Sümeyra AKTAŞ










2 Ocak 2014 Perşembe

OSMANLI KADINI

OSMANLI KADINI
EFSANE VE GERÇEK

Batılı oryantalistler tarafından, Osmanlı kadınları genellikle haremin tutsaklığında yaşayan, miskin, düşük ahlaklı ve kimliklerini yitirmiş varlıklar olarak algılanmaktadır. Ancak gerçeklerin çok farklı olduğu ve dönemine oranla Osmanlı kadınının çok daha özgür ve rahat yaşadığı, dünyanın en çok övülen kadını olduğu çok az bilinen bir gerçektir. Osmanlı kadını ile ilgili bilinen ve bilinmeyen gerçekleri tüm yönleriyle ele alan Aslı Sancar’ın Osmanlı Kadını Efsane ve Gerçek adlı kitabının “Osmanlı kadınının büyüleyici dünyasına yepyeni ve derinlemesine bir bakış” olduğu savunulabilir. Ayrıca yazar Osmanlı kadını teriminin geniş ve kapsamlı olduğunu, kastedilenin Osmanlı topraklarının merkezinde yoğunlaşmış Müslüman kadınlar olduğuna dair bir not düşmüştür.

Kitabın “Batılıların Gözüyle Osmanlı Kadını” adlı ilk bölümünde Osmanlı kadını konusunun, Batılı okurda yüzyıllardan beri merak uyandıran bir konu olduğuna değinilmiştir. Örtünme, haremin dışarıdan ayrı dünyası, çok eşlilik gibi hala büyük ilgi odağı olan birçok mesele, pek çok Avrupalıyı Osmanlı topraklarına çekmiştir. Bunlardan hem kadın hem erkek yazarlar Osmanlı hayatıyla ilgili izlenimlerini yazmışlarsa da, İngiltere’de Kraliçe Viktorya döneminde kadın yazarların etkisi ağırlık kazanmıştır. Bu yazarlar Osmanlı topraklarında bulundukları süre içerisinde gözlemledikleri her şeyi en ince ayrıntısına kadar tasvir etmişlerdir. Ancak bu seyyahların gözlemleri ele alınırken, doğruluğunu ölçebilmek için çok dikkatli olmak gerekir zira Osmanlılar mahremiyetlerine son derece düşkün insanlardır. Avrupalıların yazdıklarının gerçeğe uygun olmasının önünde duran bir engel ise kendi dini ve kültürel önyargılarıdır.
Haremin ve kadınların dünyasına dair ilk gerçekçi bilgi ve gözlemleri Lady Montague’den öğrendiğimizi ifade eden yazar, daha sonra yazar-seyyah Miss Pardoe’nun Osmanlı toplumsal hayatına ve kadın gerçeğine daha gerçekçi yaklaştığını söylerek, Lady Ramsey ve Lucy Garnett ile Ermeni asıllı M. D’Ohsson gibi seyyahların Osmanlı kadını konusu hakkındaki izlenimlerini “bütün bu kişilerin bize aktardıkları bir araya getirildiğinde karşımıza Osmanlı kadınının ve Osmanlı hayatının eksiksiz olmasa da gayet renkli, kendi şahsına münhasır bir portresi çıkmaktadır” şeklinde ifade etmektedir.
Batılı seyyahların tasvirlerindeki Osmanlı kadınının özellikleri ise “Dış Görünüş, Hal ve Tavırlarındaki İncelik, Temizlik, Dindarlık, Misafirperverlik ve Cömertlik, Tevazu ve Namus, Tabiat Sevgisi, Toplumsal Konum” adlı başlıklar altında incelenmektedir. Osmanlı Devleti’nde bir süre yaşamış olan Batılı seyyahların söylemleri ile belirtilen konular anlatılmaktadır.
“Evlerinin Hareminde Osmanlı Kadını” adı verilen ikinci bölümde, batılıların en önemli merak konularından biri olan harem konusuna açıklık getirilmektedir. Osmanlı’da kadınlar iddia edildiği üzere tutsak olmadıkları gibi, bazı kişilerin inandırmak istediklerinin tersine, kafesli pencerelerin ardından çıkmak için can atıyor da değillerdir. Bu mahremiyet hali Müslüman kadına ağır gelmez hatta mahremiyetinin bozulması herkesten önce onu kızdırır. Harem efsanesi yüzyıllar boyunca Batılı zihinleri ciddi biçimde etkilemiştir. Efsaneye göre Osmanlı kadınları miskin, egzotik, itimat edilemeyecek insanlardır. Bu efsane ilk Oryantalist ilim adamlarının eserlerinden kaynaklanır, nitekim bunların en ünlüsü Binbir Gece Masalları’dır.
“Mendil” efsanesinin asılsızlığını anlatan Montague’nün dışında haremin gerçekliğini yansıtmaya çalışan Pardoe, Garnett, Fanny Blunt gibi seyyahların kaydettikleri de bu bölümde aktarılmıştır.
“Osmanlı Haremlerinde Cariyeler” adlı üçüncü bölümde, Batı’daki kölelik ile Osmanlı’daki köleliğin çok farklı olduğu vurgulanmaktadır. Osmanlı’da köleliğin geçici bir durum olduğu ve kimi zaman yükselmek için bir basamak olduğu yönündeki görüş bunun en iyi örneğidir. Ayrıca Osmanlı’daki kölelik utanılacak ya da küçümsenecek hiçbir çağrışıma sahip değildir ki bu durumun en iyi kanıtı Osmanlı padişahlarının 14. yüzyıldan itibaren cariyelerle evlenmeleri olarak gösterilebilir. Nitekim o dönemde birçok genç kızın gönüllü olarak cariyeliği seçtiği bilinir. Saray Haremindeki Cariyeler başlığı altında verilen bu bilgiler doğru bilinen yanlışların düzeltilmesi açısından önemlidir.
Kitabın “Saray Haremindeki Osmanlı Kadınları” başlıklı dördüncü bölümünde, saray hareminde yaşayan kadınların görev ve sorumlulukları hakkında bilgi verilmektedir. Saray hareminde yaşayan kadınlar arasında güç ve mevki açısından çok sıkı bir hiyerarşi mevcuttu. Padişahın annesi yani Valide Sultan, bu hiyerarşi piramidinin en tepesinde bulunan kadındı, harem üstünde mutlak otorite sahibiydi.
“Mahkeme Kayıtlarında Osmanlı Kadını” adı verilen beşinci bölümde yazar, Osmanlı kadınının tam bir portresini çizmek, onları hakkıyla tarif etmek için mahkeme kayıtlarındaki kadın imajının çok önemli olduğunu vurgulamaktadır. Bu konuda günümüze kadar yapılan çalışmaların büyük çoğunluğu bu kadınların kanuni haklarını bildiğini, bu haklarını mahkemeler yoluyla koruduğunu göstermektedir. Osmanlı’da kadınların genelde başka türlü çözemedikleri meseleleri mahkemeye taşıdıkları bilinmektedir. Osmanlı kadınları kendileri için yerel mahkemede adalet bulamadıkları takdirde, padişahın İstanbul’daki divanına dilekçe yazabilir, şikâyetleriyle ilgilenilmesi için istekte bulunabilirlerdi. Kanuna duyulan bu güvenin sebeplerinden biri de “mahkemenin kadınların koruyucusu” olmasıdır.
  Kitabın son ve aynı zamanda en ilginç bölümü olarak değerlendirebileceğimiz “Metafizik Aynada Osmanlı Kadını” adlı kısımda yazar, “Osmanlı kadınlarını, güçlü ve ataerkil düzenin olduğu görülen bir toplumda, yalnız kadınlara ait bir dünyayla bu kadar özdeşleşmeye yönelten acaba neydi? Niçin erkeklere ait alanın tamamıyla dışında, etrafından ayrılmış bir ortamda yaşamayı bu kadar gönülden kabul etmiş, hatta sevmişlerdi? Onların hayat görüşleri neydi? Onların varoluş amaçları neydi?” sorularına cevap aramaktadır. Bütün bu sorulara yanıt olarak, “maddi ihtiyaçlarının karşılanması, eşinin yoldaşlığı, ailesinin desteği” ve bunların yanında daha güçlü bir etken olan “tasavvuf öğretisi” üzerinde durulmuştur. Tasavvuf öğretisine göre erkeklerle kadınlar eş değerde, ancak farklıdır. Bu öğretinin varlığı sayesinde Osmanlı kadınının ulaştığı değerden bahsedilerek kitap noktalanmıştır.


                                            Aslı Bensu GÜNAY 

20 Aralık 2013 Cuma

Osmanlı Tuğrasının Anlamı

 Tuğra, Osmanlı İmparatorluğunda padişahların imza yerine kullandıkları ve özel bir biçimi olan simgeleşmiş işaret anlamına gelir. Divanü Lügati't-Türk'te tuğranın Oğuzca aslının "Tuğrağ" olduğu ve bunun hükümdarın basılmış nişanı olduğu belirtilmiştir. Anadolu lehçesinde kelime sonundaki ğ harfi okunmadığından "tuğra" ifadesi yaygınlaşmıştır.
   Osmanlılarda tuğra padişahın alamet veya arması, bir çeşit imzasıdır. Sultanın ve babasının adını, çoğunda da "el-muzaffer daima" şeklindeki dua ibaresini içerirdi. Padişahın ve babasının isminin yazıldığı kısma kürsü veya sere adı verilirdi, bu bölüm tuğranın metin kısmıdır. Buradan sola doğru uzanarak aşağıdan yukarıya doğru ve iç içe iki kavisten meydana gelen kısma ise beyze veya sancak adı verilirdi. Tuğra  nişancı, tuğrakeş  veya  tuğrai denilen görevlilerce çekilirdi. En eski Osmanlı tuğrası II. Osmanlı sultanı olan Orhan Gazi'ye aittir fakat ilk Osmanlı sultanı Osman Gazi'ye ait bir tuğraya günümüze kadar hiçbir yerde rastlanmamıştır. Bu nedenle 36 Osmanlı padişahı, 35 Osmanlı padişah tuğrası vardır.
  Kırım Savaşı sırasında, Fransızların Sultan Abdülmecit'e verdiği 'Legion' nişanı, Osmanlı Devleti ile yakın ilişkiler kuramaya çalışan İngiltere'yi harekete geçirir. İngiltere Kraliçesi Victoria, Fransa'nın verdiği nişana karşılık Dizbağı Nişanı'nı Osmanlı Sultanı'na sunar. Dizbağı Nişanı'nın geleneğinde şöyle bir uygulama vardır: Nişanı alan kişi ya da hükümdarların armaları Saint George Kilisesi'nin duvarına asılmaktadır fakat Osmanlı Padişahı'nın arması bulunmamaktadır. Bunun üzerine Kraliçe Victoria, Prens Charles Young isimli arma uzmanını Osmanlı için arma tasarlamak için görevlendirir.
İngiliz tasarımcı, padişahlık alameti olan saltanat kavuğunu, sorgucu, ay-yıldızlı sancağı ve tuğrayı ön plana çıkararak bir arma hazırlar. Sultan II. Abdülhamit döneminde terazi ve silahlar eklenerek son halini alır.
1- Tuğranın çevresindeki güneş motifi padişahın güneşe benzetilmesinden ileri gelir.
2- II. Abdülhamit'in tuğrası.
3- Sorguçlu serpuş: Osman Gazi'yi ve tahtı temsil eder.
4- Yeşil Hilafet sancağı.
5- Süngülü tüfek: Nizam-ı Cedit ile birlikte Osmanlı ordusunun asıl silahı olmuştur.
6- Çift taraflı teber.
7- Toplu tabanca.
8- Terazi: şeşper ve asaya asılıdır, adaleti temsil eder.
9- Üstte Kur'an-ı Kerim, altta Kanunnameler.
10- Nişan-ı al-i imtiyaz: Devlet adına faydalı işlerde bulunmuş ilim adamları, idareci ve askerlere veriliyordu.
11- Nişan-ı Osmani: Sultan Abdülaziz Han tarafından 1862'de ihdas edilmiş olup, devlet hizmetinde üstün başarı sağlayanlara verilirdi.
12- Asa ve şeşper.
13- Çapa, Osmanlı denizciliğini temsil eder.
14- Bereket boynuzu.
15- Nişan-ı iftihar.
16- Yay.
17- Mecidi nişanı.
18- Borazan, modern mızıka takımının kullandığı çalgı aletidir.
19- Şefkat nişanı, 1878'de II. Abdülhamit Han tarafından ihdas edilmiş olup; savaş zamanında, büyük afetlerde devlete, millete hizmet eden kadınlara verilirdi.
20- Top gülleleri (Bazı armalarda bulunmuyor.)
21- Kılıç.
22- Top, topçu ocaklarını temsil eder.
23- El siperlikli tören kılıcı: Bu kılıç klasik Türk kılıcı olmayıp, o devirdeki subaylar tarafından kullanılırdı.
24- Mızrak.
25- Çift taraflı teber, orduda üst düzey görevliler tarafından üstünlük sembolü olarak kullanılmıştır.
26- Tek taraflı teber (Balta).
27- Bayrak.
28- Osmanlı sancağı.
29- Mızrak: Son dönem mızraklı süvari alaylarını temsil eder.
30- Kalkan, ortasında stilize edilmiş bir güneş motifi var. 12 yıldız: Rivayete göre bu 12 yıldız, 12 burcu temsil eder. Güneş bu burçlar üzerinde hareket eder.

Mevanur Adlığ

Kazım Karabekir'in Gürbüz Çocuklar Ordusu

          
KAZIM KARABEKİR ‘İN GÜRBÜZ ÇOCUKLAR ORDUSU
Kurtuluş savaşının önde gelen komutanlarından Kazım Karabekir Paşa, 15. Kolordu Komutanı olarak Doğu Anadolu ‘da görev yapmıştır. Görevi süresince başarılı askeri faaliyetlerinin yanında bölgenin sosyal, kültürel ve eğitim alanında da kalkınması için önemli görevler üstlenmiştir. Yıllardır süren savaşların sonucunda Doğu vilayetlerinde binlerce şehit çocuğu, yetim ve öksüz kalmış çocuk bulunmaktaydı. Bu çocukların yaşam mücadelelerini kazanmaları ve hayata tutunmaları için birinin onların elinden tutması gerekiyordu. Bunu n sonucunda çok iyi bir komutan olmasının yanında çok iyi bir insan olan Kazım Karabekir bu amaç uğruna çaba gösterdi ve o çocukların topluma kazandırılması için, eğitim öğretim görebilmeleri için elinden geleni yaptı.
Kazım Karabekir’in bu yöndeki faaliyetleri Doğuya geldiği ilk günlerden itibaren başladı. Asıl çalışmalarına Erzurum’da başlayan Karabekir kimsesiz çocuklara meslek kazandırmak için yetim yurdundan aldığı 12 yaşından küçük 33 çocuğu iki kolorduluk sanayi takımlarına dâhil etti. Erzurum’daki fiziki şartların sayısı gittikçe artan yardıma muhtaç çocuklara yeterli gelmediğinden hasar görülmüş binalar onarıldı. Şartların sağlanmasıyla yatılı okullar anaokulu ve ilkokul bunların yanında mesleki eğitim verilen okullara da önem verildi.1 Mayıs 1920’de Erzurum halkının da katıldığı bir programda, kurmuş olduğu bu teşkilata Gürbüz Çocuklar Ordusu Teşkilatı adını verdiğini ilan etti.
Bu faaliyetler sırasında Kars Zaferi’nin kazanılmasıyla Kazım Karabekir, Sarıkamış’ı karargâh merkezi haline getirdi. Kazım Karabekir Ruslardan kalma modern binaları Çocuklar Ordusu Teşkilatı içinde bulunmaz bir fırsat olarak görmüş ve burayı Çocuklar Kasabası haline getirmek istemişti. Böylece Erzurum’da başlatmış olduğu eğitim faaliyeti Sarıkamış’ta artarak devam etti.
Buradaki eğitimini tamamlayan öğrenciler Doğu vilayetlerinde sağlık alanında hizmet vermeye başladılar. Kazım Karabekir Çocuklar Kasabası adını verdiği Sarıkamış’ta çok sayıda kurs da açmıştı. Açılan ebelik, dişçilik, sineme ve fotoğraf kursları ile bölgede ihtiyaç duyulan meslek elemanı yetiştirilmesine çalışıldı. Bu kurslar çok sayıda fakir ve kimsesiz çocuğun meslek sahibi olmasını sağladı.
1922 yılına gelindiğinde Çocuklar Ordusu Teşkilatı; Sarıkamış, Trabzon, Kars, Kağızman, Beyazıt, Iğdır, Ardahan, Artvin, Rize, Sürmene ve Erzincan dâhil olmak üzere 17 Alay halinde örgütlenmişti. Karabekir yalnızca yetim Müslüman çocuklara değil yetim Ermeni çocuklarına da aynı muameleyi yapmıştır.

Kazım Karabekir, bu çalışmalıyla yetim, öksüz çocuklara sahip çıkmış onları sefaletten kurtarmıştır. Tüm bu yaptıkları için kendisine Yetimler Babası denmiştir.

Gizem Bakan

ŞEHİT ANISINA !

     ŞEHİT ANISINA  
Dökülen  gözyaşları  sel  olup , gider .
Bu  analar , babalar  bu  acıyı neyler ?
Arkasından  bekleyen  onca  yiğitler ,
Gözünü  kırpmadan  ölüme  gider .


Sancak  ellerinde  , sevinç  gözlerinde ,
Kahramanca  koşar , bu  bayrak  sevgisine .
Sanma  ki  geriye  dönerler ,
Onlar  korkusuzca  ölüme  gider.


Her  feryatları  vatan  vartan  diye  inler .
Helal  olsun  vatanıma  bu  can  derler .
Bu  vatanı  kaybedeceğime ,
Ölürüm , öldürtürüm  daha  iyi  derler .


Her  karış  toprağı ,benim  ecelim .
Bu  vatan benim  tek  yüreğim .
Ölüme  gözü  kapalıda  giderim.
Ama  her  koşulda  ben  bu  düşmanı  yenerim.


                                                                                                       Zeynep  ARSLAN 

                                                                                                             9/C   154 

Cumhuriyet Fazilet Rejimidir









CUMHURİYET FAZİLET REJİMİDİR

14 Ekim 1925… Atatürk, İzmir Kız Öğretmen Okulu'nu ziyareti sırasında şu sözü söylemiştir: "Sultanlık korku ve tehdide dayalı bir idaredir. Oysa cumhuriyet fazilettir." Cumhuriyet ve fazilet. Bu iki sözcüğün anlamını bilmeden cumhuriyetin bir fazilet rejimi olduğunu anlayamayız.


Cumhuriyet; ırk, din, dil ve cemiyet farkı gözetmeksizin tüm vatandaşların paylaştıkları ve yararlandıkları siyasal rejimin adıdır. Fazilet ise erdem demektir. Yani güzel olan her şeyi benimseyip kabullenmek demektir. Bu bağlamda cumhuriyet, güzel olan her şeyi içinde barındırır ve öyledir de.  Toplumu oluşturan bireylerin dini, milli ve ahlaki yönden tabiatına uygun erdemli bir şekilde yaşamasına imkân ve olanak tanıyan, onları bir noktada birleştiren ve bir bütünün ayrılmaz parçaları halinde kaynaştıran yegâne yönetim şeklidir.


Cumhuriyet ile egemenliğin bir şahsa, zümreye ya da hanedana değil millete ait olduğu gerçeği kabul edildi. Toplumdaki tüm ayrıcalıklar kalktı, vatandaşlar devlet yönetimine eşit olarak katılma imkânı buldu. Bütün vatandaşlar kanun önünde eşit hale geldi. İnsanlar haklarını hukuk yoluyla aramaya başladılar. Vatandaşların temel hak ve hürriyetleri devlet güvencesi altına alındı. Vatandaşlara rahatça fikrini söyleyebilme ve huzurlu bir hayat sürme imkânı verildi.
Bütün bunlar cumhuriyetin insana değer verdiğinin ve insanın hak ve özgürlüklerine saygı gösterdiğinin bir göstergesidir.

Şeyh Edebali Osman Bey’e nasihatinde şu sözü söylemiştir: “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.” Bu bağlamda cumhuriyet, insanı en iyi yaşatan yönetim şeklidir. Bu yüzden cumhuriyet bir fazilet rejimidir.
        AYGÜL GÜLER
Mustafa Doğan Anadolu Lisesi
11/A




Zeynep Arslan'ın "Tarih" ile İlgili Kompozisyonu

                                                                    


                                                                     
TARİH
      Tarih deyince  aklıma  kendi  benliğim geliyor . Çünkü  tarih aslında  benliğimizdir.Nasıl ki  benliğimiz bizi, bizden olanları , yaşantımızı ,kişiliğimizi ele alıyorsa ,tarih de öyle ... Çünkü tarih geçmiş ile geleceğimizin bir şeritidir. Sırası geldiğinde  o  şeritteki  her sorumluluğu üstlenip ,yerine getirmeye  çalişırız . Çünkü  bizim  ders alabileceğimiz , öğrenipde  öğretebileceğimiz , bilipde bildirebileceğimiz her şey tarihde  saklıdır .İşte  bu yüzden tarih her an  , geçmiş  her  zaman  karşımızda . Senin bakıp da geçmişine göre hareket etmen bundandır  bence.Tarih sana geçmişteki  bazı  olguları yeniden  karşına  getirerek  ders almanı sağlar . Çünkü geçmişteki  bazı olgulara göre  geleceğindeki  sorgulara ancak böyle cevap verirsin . Tarih bir pusuladır . Nasıl  ki kaybolduğunda  ya  da bir yere ulaşmak istediğinde  pusula sana yol  gösterip , doğru yolu  bulmanı sağlarsa ,tarihin  de sana geçmişini  hatırlatarak yolundan sapmanı  belki de engelleyebilecek . Eğer ki  sen hayatında bir adım ileriye gitmek  istiyorsan ; geçmişinde  de  bir adım  geriye  gitmelisin  .İnsan  her zaman hayatında bir yol katetmiştir. Belki de  katetmeye özen göstermiştir.
    Ama insanın kişiliğini olumlu ya da  olumsuz yönde etkileyen tüm belirtiler tarih serüveninde  bulunan  bir  çerçeve içerisinde  gerçekleşir .Bir  insan  istediği  kadar  geçmişinden  kaçsın ya  da  kaçmak için  mücadele  etsin .Ama  insan  geçmişini  nasıl  unutabilir , unutturabilir, gerçekten  de  bunu   yapabilir mi ? Nasıl olupda  soyunu  sopunu unutabilirsin  geçmişinin  üzerine  bir  çizik  atabilirsin . Onca  devirler , uygarlıklar ,topraklar , medeniyetler  yaşamış  olan  bu topraklarda  insan  kendini  bulmalıdır . Çünkü  insanoğlunun  hayat serüveni ; geçmiş ile gelecek arasında  bir köprü  vazifesi  görür  bence . Dünya  yaşamınında bir serüveni vardır .İnsan doğar ,büyür  ve  ölür   bu  böyle  bir  kronolojidir. Tarih `de  öyie  işte , insan geçmişi yaşar  o  geçmişe  yeni  şeyler  eklenir  ve  bir  geçmiş  bir  geçmişi  unutturabilir . Bu  sayede  de  belki insan  geçmiş  ile geleceğin  arasında  ki  farklılıkları  ayırt  edebilecek  seviyeye  gelmiştir . Bir insan tarihini bilerek  yaşıyorsa  ve  yaşatmaya gayret   ediyorsa   bence  o  yaşam  gerçekten  yaşamdır.

Zeynep ARSLAN